3 Şubat 2013 Pazar

“Parlamentoda bir şey yapılamaz, sokağa çıkın” diyen vekil hikayesi

 


Bir kasabaya vekilin gelmesi mühimdir malumunuz. Bir değil iki üç vekilin bir arada gelmesi daha da mühimdir. Hele hele o vekillerin bir salonda oturup, sivil toplum örgütlerinin kasabanın sorunları hakkında şöyle etraflıca konuşurlar ve çözümlerinin neler olabileceğini de tarif ederlerken dinlemesi  fevkülaladır.
Yıllardır kasabanın en temel sorunları hakkında kafa yormuş, sokaklara çıkmış, bağırmış, olmamış, mahkemelere başvurmuş, tüm kurumlarla ortak çalışmış birileri çözüm önerileri sunarken vekilin not alması elbette bir kasabalıyı heyecanlandırır.
“Biz kasabamızda yerel yönetimle, imarla, müteahhitle, onla bunla uğraşıyor, yürüyor, bağırıyoruz. Ama kanun hükmünde kararnameler yüzünden kasabamız elden gidiyor vekilim, bak biz burada çalıştık, dosyaladık, senin uğraşmana bile gerek yok, bir zahmet oku şunları, bir yol göster, biz buradan bir şey yapamaz olduk, sen oralarda bizim hakkımızı koru” diyen kasabalı konuşma sırası vekile gelince kulağını dört açar dinler, “duydum” demesini bekler en azından vekilinden, “notlarımı aldım, çalışacağız” diye geçiştirmesine bile razıdır, “bu konuda rapor yazıp, parti grubunda gündeme getireceğim” demesi lüks olur ama beklenen de odur aslında. Ama bir vekil tüm duyduklarından sonra ağzını açıp “bu parlamentoda bir şey yapılamaz, sokağa çıkın” derse kasabalı olsa olsa öfkelenir. “Ben sokağa çıkarak halletmeyi bilmiyor muyum, o zaman sana verdiğim oy ne işe yarayacak, sen neye vekillik ediyorsun?” diye sorar.
Mecliste değil de sokakta halledeceksek meselelerimizi, o sokak dağa çıkmaz mı vekilim? Geçenlerde beşyüzbin kişi yürüdü başka bir şehirde, duydun mu? Biz sokağa çıkarız, ama sen işini yapmazsan daha da çıkarız vekilim.

26 Ocak 2012 Perşembe

Bu kentin şarkısı nedir acaba?


bu kentin şarkısı nedir acaba ? zeytin, portakal, bergamut yetişen, üç tarafı deniz, isadan önce kadın yöneticiler sayesinde altın çağını yaşamış, kardeşlerin birbirleriyle evlendiği, üç imparatorluk, bir piskoposluk görmüş, sonra sürgün kasabası olacak kadar gözden çıkarılmış, unutulmuş, yakın zamanda cumhuriyetin okur yazarları tarafından şehirden kaçış yeri olarak keşfedilmiş, dünyanın heryerinde olduğu gibi görgülü zenginlerin  onları izlediği, türk ve avrupalı orta sınıfın ve peşinden alt sınıfın ve peşinden okuma yazmayı bilmeyenlerin şehirlerinden sürülüp geldiği bu kentin müziği ne olabilir ?

9 Ekim 2011 Pazar

"yaz bitecek diye ödüm kopardı"


Yazın bittiğini şurada anlıyoruz, Çarli dükkanı açmış. Çarli, dükkanı aslında hiç kapatmamıştı da, yazın dışarlıklı ergenler için tekila satıyordu. Artık küçük meyhanemize kavuştuk, çarşının en ortasında, iki üç masalı, o gün denizden ne çıktıysa ızgarada pişen, afiyetle yenilen meyhaneye. Dün arap oğlanla, bir ellilik eşliğinde sezonu açtık, hayırlı uğurlu olsun.

Tabii bir de yazın bittiğini şuradan açık bir biçimde anladım ; dün gece ilk defa evin içinde uyumam gerekti, önce fırtına ve ardından gelen yağmur avluda uyumama izin vermedi. O kadar ki bir aşamada depom patladı da oradan su akıyor sandım, hayır sadece Bodrum yağmuruymuş. Sabah yağmur dinince eve sığamadım, kendimi sahile attım, aslında evimle deniz arası 100 adım değil ama benim sokağımın denizle birleştiği noktada oradaki varlığının sebebini hiç bir zaman anlayamayacağım orman müdürlüğü var, plajın üstünde bildiğin bir devlet dairesi, hem de orman müdürlüğü. O yüzden bir miktar yürüyüp denizi gördüm, gördüm ki o deniz benim bildiğim deniz değil, azmış, kükremiş, plajı yemiş, ardından dükkanlara saldırmış, tüm esnaf hummalı bir çalışma içindeydi, herkesin elinde bir süpürge su ile mücadele veriyorlardı. Bulutlara baktım, diyemedim « bırakın bu çabayı, az sonra yenisi geliyor » diye. Yürümeye devam ettim, amacım fırtınayı seyredecek bir yer bulup bir çay içmekti, ama bulamadım, evet bulamadım, deniz kenarında zaten oturmak mümkün değildi, Kumbahçe’deki mekanlar ise bana hiç bir zaman çekici gelmemiştir. Her denemem hüsranla sonuçlanmıştır, çalışanlarının her müşteriye arkadaşlarıymış gibi davranmaları belki turistlerin hoşuna gidiyordur lakin benim sinirimi bozmaktan başka bir işe yaramıyor. Ayrıca dalga sesi yerine Hadise’den « aşk kaç beden giyer » isimli türk müziğinin nadide parçalarından birini niye dinlemek isteyeyim ki ? Kumbahçe’nin fon müziği Serdar Ortaç’tan bahsetmiyorum bile. Nitekim Kumbahçe’de gazete kitap filan okumak mümkün değildir, aslında Bodrum’un içinde okumak mümkün değildir, çünkü tüm işletmeler kendini gece kulübü sanarlar, hatta sabahları bile. Velhasıl çarşıya geri döndüm ve dalgalara en yakın, çalışanları ile herhangi bir yakınlık kurmak zorunda kalmadığım, müzik çalmayan starbucks’a oturdum, ne kadar acıklı değil mi ? Ben kahvesini bile sevmem oranın, göstermelik aldım, içmedim. Ama dalgalar muhteşemdi.

21 Haziran 2010 Pazartesi

1420 sokak

Sokakların sayı ile anılmasının müthiş çirkin bir durum olduğunu düşünüyorum. Gerektiği durumlar olmuştur elbet büyük şehirlerde ; savaş, mülteci yerleşimi, siyasi sebebli göç durumlarında hızla, yönetimler tarafından oluşturulan mahallelerde sokakların sayı ile anılması anlaşılabilir. İstanbul'da, Ankara'da, Diyarbakır'da göç yüzünden oluşturulmuş mahallerlerde gördüm, tuhaf gelmedi. Lakin Bodrum'da en fazla beş altı yapının bulunduğu, kendiliğinden oluşmuş, var olmasında süreci hızlandıracak herhangi bir dış etkenin bulunmadığı sokakların adlarının sayıyla ifade edilmesi, üstelik binli sayılarla, tuhaftan öte bayağı çirkin görünüyor. Hadi ben istanbulluyum, alışığım sayılı sokaklara, peki o ülkelerinde sadece sorunlu bölgelerde sayılı sokakları görmeye alışık, buraya tüm o sorunlardan uzaklaşmak için gelen avrupalılara nasıl açıklanır bu tuhaflık ? tembellikten başka bir şeyle açıklanamaz bu sokak isimlerinin sayı ile ifade edilmesi. Şu sokağa hadi zeytin diyemedin, tabii çok vardır zeytin sokak bodrumda -yok ya- yeni zeytin de, kara zeytin de, yeşili var bunun, eskisi, yaşlısı var. Ama 1420 deme, ayıptır bu sokağa.

iki arada bir derede


Iki arada bir derede gidip gelirken, -dere değim istanbul boğazı, iki ara da hamam sokakla eski çeşme olsun- yani o kadar da biliyorum hangi aralıkta kaldığımı, laf birikti ağzımda. Bana düşmez, misafirim diye tuttum, daha da tutarım aslında, ama sevdim çaresiz bu kenti. Kent demek lazım mı bilmiyorum, kasaba demeye dilim varmıyor.

Ben galiba aşka düştüm bu şehirle, fazladan bir gün bile onunla geçirmek için eşe dosta yalan söyler oldum, anlayın işte. Burada durum büyük şehirde olduğundan daha da tuhaf, büyük şehirde herşey çözümsüz dururken bu şehirde el yordamıyla çözülürmüş gibi duruyor, geç kalmadan.

Bir şehrin etrafındaki coğrafya güzelse zamanla oraya paralı insanlar gelecektir, paralı insanlar gelince, onlar medyada boy gösterince, orta sınıf onları takip edecektir, orta sınıf az para harcayarak bir haftalık tatilini geçirmenin yolunu arayacaktır, şehir ona yol gösterecektir ; 90’larda bodrum esnafı zengin olmuş bu yolla, 2000’lerde de ekmek yemiş. Lakin orta sınıf aldatılamaz, an akıllı, an akışkan gruptur, kazıklanamaz, temiz çarşaf, eve döndüğünde iyi fotoğraf, çocuğuna sağlıklı süt, otantik müzik ister. Bu toprakta bunu sağlayacak işçi bulunamamış, turizm sınıf değiştirmiş ; Kolay temizlenir kalebodur mutfak, banyo, kızartma yemek, düşünmeyi engelleyen yüksek sesli müzik, cahil iş arkadaşlarına götürülecek çirkin hediye eşyasına tavolunmuş. Bu kent tüm bunlara şahane cevap vermektedir, son yirmi yıldır Avrupa’da yükselmekte olan alt sınıf tatil kültürünün  merkezi oldu bu şehir. Denizi çamur, güneşi puslu Mekedonya’da niye epitopu bir haftalık tatilini geçirmek ister bir avrupalı Bodrum’da geçirmek  yerine ? Ama olan budur.

masal

bir kent varmış, kimi yerde yeşil kimi yerde mavi, akşamları pembe sularla çevrili. Dağları ağaçsız, köyleri silme zeytin bergamut. Evleri taştan insanları etten bir kent. Suları küplerde, soğanları duvarda, fesleğenleri bahçede, meyvaları ağaçta, elleri toprakta, kadınları koynunda yürekleri allaha yakın ademlerin kenti imiş. Yaz geceleri evlerinin damlarında kurdukları yüksek yataklarında “yıldızlar ne yakın toprağa” derlermiş. Sabah tohum atar toprağa, akşam çeşmelerden gelen sularla sularlar, yatar kalkar, sabaha otlarını toplarlar, akşama aş yaparlarmış masalarına.
Zamanın, aşın, aşkın bol olduğu kentin kapılarından bir akşamüstü, zamanı dar, aşksız bir adam girmiş. Bu zavallı adam aşksızlıktan ve zamansızlıktan hiç bir şey, ne bir kelime ne de bir meyva üretemezmiş. Mavi, yeşil ile başedemeyen, sadece kahverengi pantolan giyen, suyun derinliğinden korkan bir adamcağızmış. Çok kıskanmış o yüzden ağaçları, her bahar çiçek açan rengarenk ağaçları, narların kırmızısından, bademlerin beyazından nefret etmiş. Suyun üstünde durmayı beceremediğinden deniz olmasın istemiş. Zamansızlıktan, hayatında hiç yıldızlara bakamamış, görememiş bu zavallı adam, dama bile çıkmaktan korkmuş, çamaşır asılan, sevişilen, muhabbet edilen bu damlara. Göremediği yıldızları kimseler de görmesin diye, her ıssız karanlık yere, yere yakın, gökyüzüne uzak topraklara ışıltılı, parlak binalar dikmiş, ki yıldızların gölgesi bile düşmesin bahçelere. Yıldızları kaybeden kentliler su üstünde ayın şavkını, aysız gecelerde yakamozun parıltısını seyre dalmışlar. Daldıkları gecelerden birinde zavallı adam, yatağına büzüşmüş, korkuyla, düşünmüş denizi toprakla doldurmayı ki aşıklar ayın suya yansıyan gölgesinde sevgilerine bakamasınlar, ki dostlar yakamozlu gecelerde sandallarda sırlarını açmasınlar birbirlerine. Deniz toprakla, gökyüzü havai fişek ile dolduğunda kentliler taştan evlerine çekilmişler, ocaklarının yanı başında sevmişler çocuklarının başını, serin hayatlarını sulamışlar sabahları, akşamüstleri zeytine su verip kadınlar erkeklerine sokulmuşlar. Serin bir hayatı olmayan, olamayan zavallı adam hayatlı taş evler yokolursa hayatının serinleyeceğini sanıp – ah zavallı- taş evlerin duvarlarının hemen bitişiğine beton döşemiş, çok uzakta bir coğrafyanın duvarlarını, görmeye, duymaya engel balkonlarını taşımış, taştan evler küçülmüş, nefessiz kalmışlar, sularının yolu kesilmiş, pencerelerinin ışığı sönmüş. Kentliler gitmişler zeytinin altına yatmışlar, ailelerini korusun, serinlik, aş, aşk versin diye. Zeytin sarmış çocukları sevgiyle, gölgesinde serinlik, yemişinde aş, durgunluğunda aşk bulmuşlar. Zavallı adam nemli, ıssız kabusunda zeytini düşmanın son kalesi olarak görmüş, uyanmış karanlık uykusundan, sökmüş yerinden önce zeytini, sonra inciri ve sonra bergamutu. Yıldızsız, susuz, zeytinsiz, kuru, sıcak, yalnız uykusuna geri dönmüş. Kentliler yedikleri son zeytinin çekirdeğini toprağa atmışlar, çocuklarının başını sevmiş, sevdiklerinin dudağına dudaklarına değdirip yola çıkmışlar, çekirdeğin ağaç olup, toprağın tekrar deniz olduğu zamana dek yürümüşler. Zavallı adamın kabusları portakal bahçeli düşlere, havai fişekler yıldızlara dönüştüğünde geri dönüp, taştan evlerinin damlarına çıkıp uyumuşlar.